Her şeyi sıfırlayıp başlamak gerekiyorsa,
oyun bunu emrediyorsa,
İleride bir gün o sıfırın bir olup, dimdik duracağını bilsen de
Bugün sıfıra hizmet ediyor
hayat sana 1’i imkan vermiyorsa
hadi o zaman!
Yine, yeniden, sıfırdan
Başlayalım…
Farkındalıklar
İnsanın hayat yolcuğuluğu özünde sürekli değişim
bu değişim çoğu zaman canımızı acıtıyor
sevdiğimiz insanların ya da yerlerin farklılaştığını görmek
ya da sırf biz değiştiğimiz için aynı kişiyi ya da yeri farklı görmek
üzebiliyor
Bazen eski zamanlarda gittiğim yerlere bakıyorum
hislerimi yatırıyorum masaya
çevreme bakıyorum, gözlemliyorum her ayrıntısıyla
anlıyorum ki orda aslında değişen benim
yer aynı yer, ne sokakların darlığı değişti, ne de kaldırımların kalabalığı
oysa geçmişte o kalabalığa girmek için can atarken, şimdi kaldırımların yamukluğuna takılıyor gözüm, ya da yürürken omzuma çarpan insanlara
Bazen de öyle istekli gidiyorum ki bazı yerlere,
senin hayatını anlamlı kılan zamanları içinde barındıran o yere kepengi vurmuşlar
hisler belki sabit ama yer değil
Bunun bir de insan perspektifi var,
çevremizdeki insanlara ve değişimlerine karşı bu kadar net tanımlama yapamıyoruz,
pozitif değişimleri uyumluluk olarak görürken
bize kötü gelen değişimleri ise kabullenemiyoruz
hayatın akışını kabul etmek zor geliyor böyle zamanlarda
Ama insanın en çok canını sıkan ne biliyor musun ey dost!
sen değişiyorsun ya, olumsuz anıları hep sırtında taşıyan insanlarda baki kalıyorsun
Çocuk geliyor 30 yaşına, bir bakıyorsun 15-16 yaşındaki sen olarak biliyor ailesi çocuğu
üzüyor be dost!
Biz hep en çok vakit geçirdiğimiz insanların bizi en iyi tanıdığını düşünürüz, büyük aptallık!
En son tanıştığın kimse, seni en iyi o tanıyor,
diğerleri farklı zaman dilimlerindeki eski senleri sırtında taşıyor..
Yalnızlık… Köprü altında yatan bir evsizin, gecenin sabaha kavuşmak üzere olan en ıssız anında uykusundan uyanıp, çevresine bakması ve kendine ait hiçliğiyle, onun ait olduğu hiçliğin ortasında kalması mıdır?
Yoksa kalabalık bir topluluğun içinde kendini oraya ait hissetmemesi midir?
Korkmalı mıdır insan yalnızlıktan, istemeli midir? Acıtır mı, huzur mu verir? Sevmeli midir, kaçmalı mıdır?
Sorular sadece cevapları bulma isteğiyle varolurlar demiş biri…
Bunca soru sormuşken yalnızlık üzerine… Yüzleşmek istemediğimiz cevap için mi bunca soru?
Aslına bakarsan konu yalnızlık da değil ya, duygularımız;
Sevinç
Heyecan
Tutku
Mutluluk
Keyif
Bir o kadar da;
Hüzün
Korku
Stres
Kaygı
Suçluluk
Acı
İlk kısım güzel de, ya şu diğerleri olmasa -mı?
Hani yüzleşmek istemediğimiz cevap dedik ya, ikinci kısım işte bu cevaplar. Bizi hep kaçırmaya çalıştılar ordan, oysa ki;
Kimse bize hüzünlü şairlerin olmadığı şiirsiz bir dünyadan bahsetmedi ya da korkuların oluşturduğu stres ve kaygıyla çıkan dahiyane fikirlerden. Biz hep ilham duyduk ve çiçekli bir kafenin sokağa bakan masasına oturup, yoldan geçen renkli insanları izleyerek aradık onu.
Bilmedik ki ilham diye öğretilen, -bizi kaçırdıkları şey- aslında küçücük bir odayı dünyası kabul etmiş Van Gogh’un yaşadığı ruhsal çöküntülerdi… Ya da bir şairin intiharından önceki son mısralarıydı…
Yaratıcılığın açıklanamaz bir suçluluk duygusu taşıdığını söyler bilim insanları ve birçok şair ve sanatçının yaratılarının doruğundaki intiharlarını örnekler..
Bize o negatif kodlanan, çoğu zaman gizlenen duygulara gözlerimizi kapatarak, görmezden gelmeye çalışarak yaşarız, kafasını toprağa gömerek kendini koruduğunu sanan devekuşu misali…
Oysa bilseydik ki bu duyguların büyük bir şans olduğunu, aşkın kaybetme korkusu ortadan kalktığında bittiğini, başarının ancak biraz stresle mümkün olduğunu…
Kaçmaya çalıştıkça esiri olduk-negatif olarak kodlanan duyguların- üzerine eklediğimiz ilave kodlamalarla da bizden sonraki nesillere aktardık…
Yalnızlık demiştik başta, köprü altındaki adamın hikayesine üzülmüştük, belki de o adamın şiirleyle yaşadığımız aşkı bilmeden…
Kaçımız bu öğretilenin yükünü sırtından atar bilinmez, ama sabahın ilk ışıklarını bu denli güzel kılan, öncesindeki gecenin karanlığı ey dostum. Gecenin en karanlığını da sev, aşık da ol, terk edil hatta, otur o gecenin karanlığında ağlayarak şiir yaz. Başka türlü nasıl renklenir ki dünya?
Sen hiç uzun yaşayan bir şair gördün mü?
göremezsin
mutluluk üzerine çok düşünmez insan, yazamaz da
mutluluğa öyle aç bir ruh ile varolmuş ki insanoğlu
her yakaladığında çikolata vakti gelmiş çocuğun onu aşkla ve son derece hızla yemesi gibi tüketir
mutsuzluksa insanın kendi içine çekildiği
aslında onu da hızlıca tüketebilecekken iyice içine gömüldüğü bir haldir
İlginçtir ki mutluluk hormonlarına bile konu olmuştur mutsuzluk
öyle bir safhası vardır ki, onu geçersen tat almaya başlarsın
işte o mutsuzluğun tat alma safhasında çıkar yazılar ortaya
ama dedik ya “sen hiç uzun yaşayan bir şair gördün mü?”
beyin tat alsa da vücudun öyle sapkın düşünceleri yoktur
vücut her mutsuzluk dakikasında bir çizik atar üzerine
ne zamanki yeni çizik atacak yer kalmaz
beyin de ikna olur vücuda, toparlanır giderler…
Mutsuzuz, her dakika, her saniye, her an!
Ama atalarımızın hiç mi suçu yok?
Aslında tüm suç onların! Bizim ufak tefek hatalarımızı saymazsak.
Geliyor yine bir tatil dönemi…
Bütün yıl hayalini kurduğun zamanları uyuyarak
gereğinden fazla yiyerek
İçki, sigara, nargile vb artık ne kadar zararlı şey varsa tatilde zararsızmış gibi tüketerek
Bundan kalan zamanlarda da fotoğrafını çekmek için gittiğin yerlerin en karizmatik karelerini arayıp,
Instagram storieslerine kaç kişinin baktığını sık sık kontrol ederek geçirmek sizce haksızlık değil mi şu verdiğimiz nefese?
Gün doğumunu izlemeden
Gün batışının oluşturduğu renk karmaşası üzerine düşünmeden
Kuşların cıvıltısındaki ufacık farkları farkedip, aslında hepsinin aynı sesi çıkarmadığını farketmeden
Yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan belki de dikkatsiz bir şoförün birazdan ezeceği kaplumbağanın dünyanın en yavaşlarından olmasına rağmen, en uzun yaşayanlardan olmasını sorgulamadan
Sabahları erken kalkıp, yöre insanlarının hiç de mutsuz görünmeyen ve çoğunluğunun 70 yaşı geçkin bir şekilde işlerinin başlarına geçmelerine şaşırmadan,
Denize karşı, arkada hafif bir dalga sesiyle en sevdiğin kitabı okuyarak hayal dünyasına dalmadan….
Geçirdiğin tatil haksızlık değil mi şu verdiğimiz nefese?
Şimdi diyeceksin ki, tüm bunların atalarımızla ne alakası var?
Var dostum var..
Bize para harcama kültürü anlatılmadı,
Sevme kültürümüz yok, ne kendini ne de başkasını…
Eksiklerinle mutlu yaşamak diye bir şey öğretilmedi bize
ya da sadeliğin en büyük özgürlük olduğu..
Biriktirmeyi benimsettiler,
Ceplerimiz doldu taştı gereksiz yüklerle, yürüyemez olduk,
Kendin olmak kötüydü bizim kültürümüzde,
Komşu çocuğuyla gizlice birbirimizi izleyerek geçirdik çocukluğumuzu
Sorgulama öğretilmedi,
Neden birbirimizi izlediğimizi tartışmadık arkadaşlarımızla,
Ben nasıl oldum’un dahi cevabını vermediler bize, gözlerimiz gökyüzüne bakarak geçirdik bebekliğimizi, bir leyleği görmenin umuduyla…
Ah! Bunların üstüne vardır elbet bizim hatamız da ama yaşamak öğretilmedi bize,
Çakıllı bir yola soktular bizi,
Ne yolumuzu değiştirdik, ne de farklı bir yol aradık,
Sadece ayağımıza batan taşların acılarını birbirimize anlatıp,
Sistemin arkasından sövdük sadece…
Oysa bazılarımız isyan etti, ve belki de aslanlarla kaplanlarla dolu ormana attı kendini…
Temiz yol uzak değildi elbet, ama zihnimize kurulan hapishaneden kaçış pek azımız için mümkündü…
Doğum günleri… İnsanların samimiyetsizliklerini en net şekilde çarpıyor yüzüne…
2017 biterken;
Bu yıl kaç kişinin hayatına dokundun?
Karşılıksız emek gösterdiklerin az mı çok mu?
Ne kadar gülümsedin?
Ne kadar hayal ettin?
Kaç sabah mutlu uyandın?
Kaç kitap okudun?
Kaç yeni yer keşfettin?
Kaç sabah gündoğumunu izledin?
Kaç akşam üzeri deniz kıyısında el ele yürüdün?
Kaç kere derin bir nefes çekip, şükrettin?
Kaç kere teşekkür ettin?
Kaç kere özür diledin?
Kaç kere yaşadın bu hayatı?
Senin anıların, benim hayallerim var
Senin acıların, benim umutlarım var
Senin kaybettiklerin, benim öğrendiklerim var
Bugün cevabını bulamadığımız ne kadar soru varsa,
hepsi, geçti sanıp yaşantımıza devam ederken farkında olmadan kaybettiklerimizde saklı…
Hayalleri, sahip olduklarıma tercih ettiğim bir yaşama sahibim
İş, eş, ünvan, para, tatil, ev, araba ve daha nice sayamadıklarım
Hiçbiri hayallerim kadar mutlu etmedi
Hayallerimdeki mükemmelliğe ulaşamadılar
Aslında ulaşamayan onlar da değildi
Ben hayallerime ulaştıkça, hayallerimin ötesini gördüm
Issız dağlar içerisinden geçen, uzun yolların izini süren bir trende geçtiğim köyleri güzel hayallerle izler gibiydim;
Köyün kahvesinde oturdum, yaşlılarıyla çay içtim
en organiğinden yaptım kahvaltımı
pazartesiyi yatarak geçirdim, kimse kalk işe git demedi
0,75 TL çaya verdiğim bir yerde büyük paralar kazanmanın ne anlamı vardı ki?
Çay varsa sorun yoktu bizim hayatımızda…
Toprakla uğraştım biraz,
Köy düğününde oynadım
Hayallerimde….
Ama hiçbir zaman yaşamadım oralarda,
İkinci bir Pazartesi’de işimi özleyecek duruma gelmedim
Yaşlıların sıkıcı olduğunu hissetmedim,
Yaşamak bu ya, sahip oldukların ilk heyecanı vermiyor bir daha,
başlıyor o zaman üzerine yüklenmeye…
Hiçbir hayalimi sırtıma yük yapmadım,
Hayallerimi sevdim, bazılarını gerçeklemedim,
Heyecanını yitirecek bir gerçektense beni ateşleyen bir hayal olarak bıraktım hep
Ben en büyük aşkları hayallerimde bıraktım
Beni hiç tanımayan insanlarla Paris’i gezdim
Barcelona’nın sokaklarında el el dolaştım
Onlar bilmez! Ben elime aldığım gitarımla kaç kez aşk şarkıları söyledim onlara..
Hiç kimsenin sahip olamayacağı arkadaşlarım oldu benim
Bazen bir kitaptı aracılık eden sohbetimize
Bazen de bir rüya…
Hayallerim, gerçeğimdi… Gerçeğimse azaltmaya çalıştığım bir yüktü sırtımda.